Bayburtlu Hikayesi "Hele Bak kim gelmiş" Umut Acar. 1:53. Diyarbakır’da Yıldırım’ı gören işportacı: Hele bak kim gelmiş, kurşun geçirmez, depreme Bayburtlu Hikayesi "Hele Bak kim gelmiş" Umut Acar. Takip et. 4 yıl önce. Hele bak kim gelmiş, kurşun geçirmez, depreme dayanıklı pijama 15 TL. T24. 4:02. Bir Küvet Hikayesi 1 Süleyman'a karısı telefon etti : — Konuşan ben, ben, Fahire. Tanımadın mı sesimden? Demek çok bağırdım birdenbire. Çığlık mı? Belki Hayır, çocuklar hasta değil. Dinle beni : İşini bırak da gel, çabuk ol ama. Telefonda anlatamam, olmaz. Ben Abdi Ağayı öldürdüm, onun yerine Kel Hamza geldi. Onu da öldürdüm,bakalım kim gelecek Ali Safa Beyi öldürdüm. Şimdiye kadar onun yerine birisi gelmiştir DİKKATİMİÇEKEN ŞEYLER Gazi Koşusu'nda İmamoğlu hazımsızlığı İlk defa bir Gazi Koşusu izledim. Müthiş bir heyecan, müthiş bir coşku, gerçekten görülmeye değer. Öyle televizyondan izlemek gibi olmuyor. Protokol MÜZİK- HELE BAKIN KİM GELMİŞ HOŞ - facebook.com Log In OlT9Pq. Bundan uzun amma uzun yıllar önce, bir Eyaletin Valisi olan Vali Paşa samur kürklerine bürünür, arada bir eyaletin merkezinin mesire yerlerini dolaşır, eyalet merkezinde ne var ne yok hiç karışmazmış. Hele hele şehirde kim ne yapar, nasıl yaşar, derdi ne, sıkıntısı ne, bilmezmiş de, ilgilenmezmiş de! Ancak davetleri, ziyafetleri, şatafatlı geceleri de hiç Vali Paşanın yüzünü göremez “acaba görmek için, halimizi arz etmek için ne yapmak lazım” diye kendi aralarında gün kepeneğine sarınmış elinde koyunlarını güttüğü uzun sopasıyla bir çoban gelmiş Vali Paşanın muhafızlar hemen sormuşlar;- Ne o çoban demişler, koyunlarını mı kaybettin, ne ararsın bu yüce kapıda?Çoban;- He valla demiş, benim koyunlar Vali Paşanın konağından içeri girmişler. Ona bakmaya geldim, göreniniz oldu mu?Muhafızlar gülüşerek;- Var git işine demişler, bu konakta koyun ne arar;Tam o sırada, Vali Paşa samur kürküne bürünmüş olarak kapıda görünmez mi!Çoban;- Dur hele efendi demiş, benim koyunları gördün mü?Vali Paşa;- Bre densiz demiş, sen benim kim olduğumu bilmez misin?Çoban saf saf;- Bir çoban da sensin zahir demiş, hem senin kepenek bayağı da pahalı bir şeye Paşa;- Ben bu eyaletin Vali Paşasıyım demiş. Yıkıl karşımdan!Çoban yine bütün saflığıyla;- Vali Paşa mı demiş, iyi de ben seni niye tanımıyorum?Vali Paşa muhafızlara Atın şu çobanı zindana demiş, belki aklı başına gelir!Muhafızlar çobanı kollarından tuttukları gibi atmışlar zindana. Çoban kepeneğine sarınıp başlamış derin bir Paşa ise atlı arabasıyla bir davete gitmekteymiş. Araba yola revan oldukça, gözleri ağır ağır kapanmış ve uyumaya başlamış. Rüyasında bir pir-i fani ihtiyar üç kere seslenmiş. Çoban, çoban, çoban! Kalk! Sürüne sahip Paşa arabanın içinde sıçrayarak uyanmış. Arabacıya emir verip konağına geri dönmüş. Hemen muhafız başını çağırıp çobanı getirmelerini sonra çoban kepeneği sırtında huzura alınınca;- Vay çoban gardaşım demiş, demek ki çoban çobana konuşacağız öyle mi?Vali Paşa;- Söyle demiş, kimsin sen?Çoban, boynunu bükerek;- Bak çoban gardaşım demiş, benim sürü gözümün önünde kaybolduydu, tam o esnada, yanıma ak sakallı bir dede geldi, şehre var senin sürü Vali Paşa’nın konağına girdi. Oradaki çobana var, sürüne sahip çıkacakmışsın Paşa;- Ne sürüsü ne çobanı demiş, ben koskoca Vali Belli gardaşım demiş, senin işin bayağı zor, şimdi sen sürünün ne kadar olduğunu da bilmezsin. Çobanlığı unutup, Vali Paşayım dersin!Vali Paşa bir müddet düşünmüş, sonra;- Yahu çoban demiş, senin tahsilin ne?Çoban;- İlk mektepten şahadetname bile alamadım demiş. Okur-yazar desen de olur. Kendimi bildim bileli koyun güder, çobanlık Paşa;- Tamam da demiş, o anlattığın pir-i fani göndermek için bula bula seni mi buldu?Çobanın gözleri şöyle bir dalmış;- Bak çoban gardaşım demiş, sen kendi sürüne bak, ben kendi sürüme, bana git var söyle denildi, ben de geldim söyledim. Sana bir hatırlatan olmadı mı?Vali Paşa irkilmiş;- Ne hatırlatması demiş, senin nerden haberin oldu? Sana kim söyledi?Çoban;- Hani çoban değilim diyordun ya demiş. Bal gibi de çobansın işte. Ancak çoban olduğunun farkında Paşa saf çobanın yüzünü dikkatle incelemiş, kendi kendine düşüncelere dalıp gitmiş ki, çoban yine seslenmiş;- Bak çoban gardaşım demiş, sadece kepeneklerimiz farklı. Üstündekini bana versen bana yakışmaz, benim kepeneği sana versem konakta yaşayan bu çoban şaşırmış derler. Gel şu çobanlığı kabul Paşa zoraki gülümseyerek;- İyi de demiş, ben kimin çobanıyım?Çoban;- Sürünün demiş, hem sürüsü olmayana çoban demezler bunları söyleyip çekip gitmiş. Vali Paşa eyaletin sayılı Alimlerinden birini çağırıp mevzuyu olduğu gibi anlatınca, Alim;- Vali Paşam demiş, bu eyaletten siz sorumlu iseniz, eyaletin çobanı da sizsiniz. Anlattıklarınız ve gördüğünüz rüyanın tabiri olsa olsa Paşa;- Anladım Alim hazretleri demiş, biz bizden imdat bekleyen ahaliyi çok fazla ihmal Vali Paşa başlamış ahaliyi dolaşmaya, halkın derdini dinliyor, yardımcı oluyor ve ahaliyle sonra bir köyün civarından geçerken aynı çobana rastlamış, hemen yanına varmış. Çoban onu görünce;- Vay benim çoban gardaşım demiş, demek sürünü buldun ha! Benim sürüyü de senden sonra ben buldum. Bekleşir dururmuş beni zavallıcıklar!Vali Paşa;- Buldum çoban demiş Daha büyük çobanlardan olasın inşallah demiş, bak herkesi çoban yapmazlar ha...Sonraki yıllarda Vali Paşa, memlekete Vezir çobana, şehir şehre, konak konağa, eyalet eyalete, Vezir Vezire lisan eylediysek affola. Süleyman'a karısı telefon etti — Konuşan ben, ben, Fahire. Tanımadın mı sesimden? Demek çok bağırdım birdenbire. Çığlık mı? Belki... Hayır, çocuklar hasta değil. Dinle beni İşini bırak da gel, çabuk ol ama. Telefonda anlatamam, olmaz. Daha kıyamet kadar vakit var akşama. Saatler, saatler, kıyamet kadar. Sorma. Dinle beni... Hemen vapur bulamazsan Üsküdar'a kayıkla geç. Bir taksiye atla. Paran yoksa patrondan avans al. Yolda hiçbir şey düşünme, mümkün mertebe yalansız gelmeye çalış. Yalan kuvvetliye söylenir ben kuvvetsizim. Alay etme kuzum. Evet kar yağacak, evet hava güzel. Koynuna girdiğim adam gibi kocam gibi değil, büyüğüm, akıllım, babam gibi gel... 2 Geldi Süleyman, Fahire, kocası Süleyman'a sordu — Doğru mu? — Evet. — Teşekkür ederim Süleyman. Bak işte rahatladım. Bak işte ağlamıyorum artık. Nerde buluşuyordunuz? — Bir otelde. — Beyoğlu tarafında mı? — Evet. — Kaç defa? — Ya üç, ya dört. — Üç mü, dört mü? — Bilmiyorum. — Bunu hatırlamak bu kadar mı güç Süleyman? — Bilmiyorum. — Demek ki bir otel odasında. Kim bilir çarşaflar nasıl kirliydi. Bir İngiliz romanında okudum, bu işlere yarayan otellerde kırık küvetler varmış. Sizinkinde de var mıydı Süleyman? — Bilmiyorum. — Hele düşün, toz pembe çiçekli, kırık bir küvet? — Evet. — Hiç hediye verdin mi? — Hayır. — Çukulata, filân? — Bir defa. — Çok mu seviyordun? — Sevmek mi? Hayır... — Başkaları da var mı Süleyman? — Yok. — Olmadı mı? — Hayır. — Bunu sevdin demek... Başkaları da olsaydı daha rahat ederdim... Çok mu güzel yatıyordu? — Hayır. — Doğru söyle, bak ne kadar cesurum... — Doğru söylüyorum... — Zaten gösterdiler bana. İnek gibi karı. Belimden kalın bacakları... Fakat zevk meselesi bu... Bir sual daha, Süleyman Niçin? — Bilmiyorum... Karanlıkta pencerenin hizasında karlı, ağır bir çam dalı. Bir hayli zaman oldu sofada asma saat on ikiyi çalalı. 3 Süleyman'ın karısı Fahire şunları anlattı kocasına ertesi gün — ... Dayanılmaz bir acı halindeydi kendime karşı duyduğum merhamet, ölmeye karar verdimdi, Süleyman... Annem, çocuklarım ve en önde sen bulacaktınız karda ayak izlerimi. Bekçi, polisler, bir tahta merdiven ve bir kadın ölüsü çıkaracaktınız arka arsada bostan kuyusundan. Kolay mı? Gece bostan kuyusuna doğru yürümek, sonra kenarına çıkıp durarak baş aşağı atlamak karanlığına? Fakat bulmadınızsa eğer karda ayak izlerimi sade korktuğumdan değil. Bekçi, merdiven, polisler, dedikodu, kepazelik, aldatılmış bir zevcenin intiharı komik. Niçin öldüğümü anlatmak müşkül. Kime? Herkese, sana meselâ. İnsan, ölmeye karar verirken bile insanları düşünüyor... Sen yatakta uyuyordun yüzün rahat, her zaman nasıl uyursan ondan evvel ve o varken. Dışarda kar yağmaya başladı. Bir tek gecelikle çıkmak balkona Zatürree ertesi gün, nümayişsiz ölüvermek. Hayır, hiç aklıma gelmedi nezle olmak ihtimali. Yaktım sobamızı. İyice ısınmak lâzım ilkönce. Ciğer bir çay bardağı gibi çatlarmış. Pencereye, kara bakıyorum Eşini gaip eyleyen bir kuş gibi kar geçen eyyamı nev baharı arar...» Babam bu şiiri çok severdi. Sen beğenmezsin. Sağdan sola, soldan sağa lerzânı girizan...» Lambayı söndürmeden balkona çıktım. ... gibi kar düşer düşer ağlar...» Oturdum balkonda iskemleye. Havada çıt yok. Karanlık bembeyaz. Uykudayım sanki. Sanki çok sevdiğim bir insan korkarak beni uyandırmaktan yumuşacık dolaşıyor etrafımda. Üşümüyordum. Kederim duruluyor berraklaşıyor. Odanın camlı kapısından balkona vuran ışık sıcak bir kumaş gibiydi üstünde dizlerimin. Ben rehavetli bir mahzunluk içinde acayip şeyler düşünüyordum Feneryolu'ndaki çınar 150 yaşındaymış. Ömrü bir gün süren böcekler. Gün gelecek insanlar çok uzun çok bahtiyar yaşayacaklar. İnsanın yüreği ve kafası var... İnsanın elleri... İnsan? Ne zamanki, nerdeki, hangi sınıftan? Onların insanları, bizim insanlarımız. Ve her şeye rağmen yeni bir dünya için yapılan kavga. Sonra sen ben bir kırık küvet ve benim kendime karşı duyduğum merhamet... Kar durdu. Sökmek üzre şafak. Utanarak odaya döndüm. O anda uyansaydın sarılıp boynuna... Uyanmadın. Evet, çok şükür nezle bile değilim. Şimdi? Zaman zaman hatırlayıp zaman zaman unutacağım. Yine yan yana yaşayacağız beni sevdiğine emin olarak. 4 Altı ay kadar geçti aradan. Bir gece karı koca denizden dönüyorlardı. Gökte yıldızlar, ağaçlarda yaz meyveleri vardı. Fahire birdenbire durdu baktı muhabbetle kocasının gözlerine ve suratına tükürür gibi bir tokat vurdu. Nazım Hikmet Ran Kimdir? Nâzım Hikmet Ran ya da Türkiye’den ayrıldıktan sonraki soyadı ile Nâzım Hikmet Borzecki 15 Ocak 1902; Selanik, Osmanlı İmparatorluğu – 3 Haziran 1963; Moskova, SSCB, Türk şair ve yazardır. Devamını Oku Kadirşinas Abdullah komşumun anlattığı Bayburtlunun kerametini bende sizlerle paylaşmak istedim. Ama daha öncesinde bir konuya değinmek istiyorum… Makamlar gelip geçici olduğu gibi bugün varız yarın yokuz yani bir varmış ile başlar bir yokmuş ile biten bir hayat... Bu kadar net olan ve her insanın hemfikir oluğu konuyu nedense hala anlamış değiliz. Bu makamlar sizlere icraat için, vatandaşa hizmet verin diye fırsat verilirken bu dünyada da ahirette de hesap sorulacağını unutmamak gerekir. Vatandaşın arasında dolaşırken adeta keramet sahibi kendisinde olduğunu sanan bazı vekil ve bürokratlar adeta burnundan kıl aldırmamaya özen göstermeye devam ediyor. Sanki o makamlar babasının malı! Gerçi babasın malları da kardeşleriyle hisseli oluyor değil mi? Laboratuvar testine ne gerek var; mevcut taşınırlar için! Bunu Tapu Müdürlükleri veraset name hazırlıyorlar tabii mahkemenin miras hakkı doğan kardeşlere…! Hülasa; 2023’e sayılı süreler kala aziz milletin kırılan kalpleri için özür dilemeniz ve helallik almanız sizin için iyi olur tabi naçizane önerim. Gelelim Bayburtluya… Bayburtlu hacca yazılmış. Memleketinden o güne kadar çıkmamış. İl Müftüsü hacca gidecek olanlara seminer verecek. Bizim Bayburtlu seminere katılır. Müftü bey “Arkadaşlar, hac meşakkatli bir iştir. Arafat var, Müzderife var, Şeytan taşlama var ki işte bundan dolayı Allah’ın işinizi kolaylaştırmasını istiyorsanız zikri artırın. Kur’an’ı, namazı ve zikri artırın. Bakın, görün nasıl işleriniz kolaylaşacak ve tüm yollar açılacak” dedi. Bizim saf kalpli Bayburtlu bu söyleneni olduğu gibi aldı, hafızaya yerleştirdi. Ardından da namazı, ibadeti, duayı ve gece namazlarını artırdı. Ve hac vakti geldi çattı. Bavullar hazırlandı. Bayburtlu memleketinden ilk defa dışarı çıkıyor. Tabi geldi hava alanına. Hava alanına geldi ama içeri nereden girecekti? Bayburtlu kapı arıyor. Oysa kapılar otomatik açılan kapılardı. Yanındakilere “Yahu bu kapılar nerden açılıyor?” Deyip kapı kulpu ararken, Kapılar birden bire açılı verir. Bayburtlu şaşkın… “Aha da başladı” der içinden. Ardından da “Belli oldu. Yapılan zikirler, ibadetler kabul görmüştü.” diye düşünerek, Kendi kendine “Tamam, bu iş oldu” diye düşünerek ilerliyor. Bir yandan da Yürüyen yolları görüyor. Yine kendi kendine, Duraklayarak “Allah Allah zikri gördün mü sen. Kurban olduğum Allah nasıl da kolaylaştırmaya daha burada başladı” diye havalı havalı yürüyor. Tabi yürürken de fotoselli lambalar da peş peşe yanıyor ve bizim Bayburtlu “Kurban olduğum Allah’ım. Şuraya bak. Lambalar bile kendi kendine yanıyor” diye düşünüyor. Diğer yandan da “Yahu zikri biz fazla mı kaçırdık?” diye içinden geçiriyor. Bayburtlu “Yahu herhalde ben oldum. Demek ki bu işler manevi atmosferle oluyor” diye düşünürken havaalanında yürümeye devam ediyor. İçinden kendi kendine “Yahu Müftü beyden Allah razı olsun. Dedikleri tek tek çıkıyor” diye de içinden geçirdi. Bayburtlu uçağa bindi, ardından Medine Havaalanına indi. Abdest tazeleyecek, tuvaletlere yöneldi. Elini uzattı, çeşmeler de fotoselli tabi. Bayburtlu açmakla uğraşırken, çeşme otomatik açıldı. Bayburtlu artık bu duruma şaşırmıyor, kafa sallıyor abdest alırken, İçinden; “Tabi akacak yahu…” diye iç geçirerek, otele geçip yerleşiyor. Üzerini değiştirdi, otelden çıkarak, Mescid-i Nebevi’ye geldi ve ardından Peygamberimize Selam vererek; “Ya Resulallah hele bir bak kim geldi?” Velhasılıkelam Büyük adam Bayburtlu… Kerametin kendinde olduğunu düşünerek, böyle bir düşünceye kapıldı. Biri ülkesi için Kore’ye gidecek olan bir asker, diğeri İzmirli genç bir kız... Genç adam ilk gördüğü anda aşık olacağını nereden bilebilirdi ki? İşte yüreklere dokunan 67 yıllık bir aşk hikayesi... İstanbul'da Kore Gazisi Nurettin Erol Okan, kalp ve böbrek rahatsızlığı sebebiyle 94 yaşında yaşamını yitirdi. Okan'ı, filmlere konu olacak bir aşk hikayesiyle evlendiği ve hastalığı sürecinde yalnız bırakmayan eşi ve sevenleri sonsuzluğa ilk görüşte tutulan Gazi Nurettin Erol Okan ve İzmir'in tanınmış Levanten ailelerinden birinin kızı olan Maryana Girauld'un 67 yıl önce Türk Askerini Kore'ye götürecek geminin limana yanaşmasıyla başlayan hikayesini sizler için Mayıs’ta SÖZCÜ’de yayınlanan vefat ilanının arkasından filmlere konu olacak bu aşk hikâyesi OLDUNurettin Erol Okan, 1952 yılında vatani görev için askere gitti. Okan'ın askerliğini yaptığı yıllarda Kore'de Çin ve Rusya yanlısı güçlerle ABD'nin desteklediği kuvvetler arasında savaş vardı. Türkiye bu savaşa BM öncülüğünde kurulan güç için 4 bin 500 asker gönderme kararı 9 bin kilometre uzaktaki Kore'ye gidecek ilk gemi 17 Eylül 1950'de İskenderun Limanı'ndan uğurlanmıştı. Kore'de askerlerimizin gösterdiği başarılar gazetelerde manşetleri süslüyordu. Ankara'da yedek subay olan Nurettin Erol Okan da yaşananları görev yaptığı birliğinde takip 1953 yılında ülkesi için daha faydalı olacağını düşünen Gazi Okan, Kore'ye gitmek için gönüllü oldu. Askerlerimizi Kore'ye götürecek General De La Roy' isimli gemi limana yanaştı. Okan ve şehir sakinleri gemiyi görmek için İzmir Limanı'na akın AŞKI…Nurettin Erol Okan, kalabalık arasındaki Maryana Girauld'la göz göze geldi; ilk gördüğü anda aşık olduğu genç kadınla konuşmak için fırsat aradı. Sadece 10 gün kalacağı İzmir'de hayatının aşkıyla karşılaşan 26 yaşındaki Okan, hislerinin karşılıksız olmadığını asker, Kore'ye gideceği güne kadar vaktinin büyük kısmını gönlünü kaptırdığı genç kızla geçirdi. Girauld, babasını küçük yaşlarda kaybetmişti. Nurettin Erol Okan ise parçalanmış bir ailede büyümüştü. Maddi olanakları kısıtlı olan iki sevgili sade bir törenle cephede savaştı…Ve o gün geldi. Okan, hayatının aşkını geride bırakarak, Kore'ye gitmek üzere askerlerimizi taşıyan gemiye bindi. Türk birliğini taşıyan o gemi dünyanın öbür ucuna doğru denize buldular. Her zorluğun üstesinden geldiler. Evlendiler, anne-baba oldular. Beraber yaşlandılar. Hep ilk günkü gibi sevdiler…Okan, Kore'de ülkesi için faydalı olacağını döndü evlenme teklifi etti40 günlük deniz yolculuğundan sonra gemi Kore'ye ulaştı. 741 askerimizin şehit düştüğü, 2 bin 141 askerimizin yaralandığı savaş 27 Temmuz 1953 yılında fiilen son birlikleri yurda geri döndü. Okan, İzmir Limanı'na ulaşınca sevgilisinin yanına koştu. Genç aşık, Kore'deyken dişinden tırnağından artırarak ona inci kolye aldı. Uzaklarda olmalarına rağmen kalpleri birlikte atan çift, aşklarının başladığı yerde bir araya inci kolyeyi sevgilisi Maryana Girauld'a uzatıp, uzun uzun yüzüne bakarak hasret giderdi. Sevgilisine ömürlerinin kalan kısmını birlikte geçirmeyi teklif etti. Girauld, kabul giydiği elbiseyi bile ödünç alan Girauld ve Okan dünya evine girdi. Çift İstanbul'a yerleşti. Okan, uzun yıllar Mali İşler Direktörü olarak aşkıyla AŞKINA VEDA67 yıl saygı, sevgi, aşk dolu bir hayat süren çifti ölüm ayırdı. Rahatsızlanan Nurettin Okan geçen hafta hayatını kaybetti. Eşi son ana kadar yanındaydı…Çiftin 2 kızı oldu. Nurettin Erol Okan, kızları Nil ve Roksan'ın iyi bir eğitim alması için elinden geleni yaptı. Başarı dolu bir kariyere sahip olan Nil Okan Paniguian ve Roksan Okan Vick işleri gereği yurt dışına 1953'ten beri süren mutluluğunun arasına sağlık sorunları girdi. Okan, kalp ve böbrek rahatsızlığı sebebiyle tedavi görmeye başladı. Maryana, 67 yıllık aşkını bir an yalnız çiftin çocukları torunları oldu…Ancak vücudu, yapılan tedavilere cevap vermeyen Okan geçtiğimiz hafta hayatını kaybetti. Kızları corona salgını sebebiyle babalarının son anlarında yanında Bayrağı'na sarılı tabutla Ayazağa Mezarlığı'na götürülen Gazi Nurettin Erol Okan'ın cenazesi, hayatının aşkı Maryana ve sevdiklerinin duaları eşliğinde sonsuzluğa uğurlandı. Üstad-ı necibim Ali Ekrem Bey'e Yok ya Abbas'ı bilmeyen, kimdi?.. O sahabiyi dinleyin, şimdi "Bir karanlık geceydi pek de ayaz.. İbni Hattâb'ı görmek üzre biraz, Çıktım evden ki yollar ıpıssız. Yolcu bir benmişim meğer yalnız! Aradan geçmemişti çok da zaman, Az ilerden yavaşça oldu iyan, Zulmetin sînesinde ukde gibi, Ansızın bir müheykel a'râbî! Bembeyaz bir ridâ içinde garîb, Geliyor muttasıl mehîb mehîb. Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık; Durmadan karşıdan selâmlaştık. Düşünürken selâm alan sesini, O heyûlâ uzandı tuttu beni Bir de baktım, Ömer değil mi imiş? - Yâ Ömer! Böyle geç zaman, bu ne iş? - Şu mahallâtı devre çıkmıştım... Gel beraber, benimle, üç beş adım. Ne sadâ var, ne bir yürür bîdâr; Uhrevî bir sükûn içinde civâr. Ömer olmuş gezer, sıyânet-i Hak... Şu yatan beldenin huzûruna bak! O semâlar kadar yücelmiş alın, Çakarak sînesinden âfâkın, Bir zaman sönmeyen nigâhıyle, Necm-i sâhirde sanki bir hâle! Duruyor her evin önünde Ömer, Dinliyor bî-haber içerdekiler Geçmedik en harâb bir yapıyı, Yokladık sağlı sollu her kapıyı. Geldik artık Medîne hâricine; Bir çadır gördü, durdu kaldı yine. Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın. "Açız! Açız!" diye feryâd eden çocuklarının, Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini; Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini -Durunda yavrularım, işte şimdicek pişecek... Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek! Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri... Selamı verdi Ömer, daldı âkıbet içeri. Selamı aldı kadın pek beşuş bir yüzle. -Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle? -Bu gün ikinci gün, aç kaldılar... -O halde, neden Biraz yemek komuyorsun? -Yemek mi? Çömleği sen, Tirit mi zannediyorsun? İçinde sâde su var Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar! Ne çare! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın. -Peki senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın... Tek erkeğin de mi yok? -Hepsi öldü... Kimsem yok. -Senin midir bu küçükler? -Torunlarım. -Ne de çok! Adam emîre gidip söylemez mi hâlini? Ah! Emîre öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah! Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun... Ömer, belâsını dünyâda isterim bulsun! -Ne yaptı, teyze, Ömer, böyle inkisâr edecek? -Ya ben yetim avuturken emîr uyur mu gerek? Raiyyetiz, ona bizler vedîatu'llâhız; Gelip de bir aramak yok mu? -Haklısın, yalnız, Zavallının işi pek çok zaman bulup gelemez; Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez. -Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabûl? Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbûl? Zavallının işi çokmuş!... Nedir, muhârebe mi? İşitme sen de civârında inleyen elemi Medâne halkını üryan bırak, Mısır'da dolaş... Gaza! Gaza! diye git, soy cihânı, gel paylaş! Çocukların bu sefer yükselince feryâdı, Kadın, tehevvürü artık cünûna vardırdı; - Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine, Ömer! Savâik-i tel'in olur, iner tepene! Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme O sayha ra'd-ı kazâdır ki gönderir ademe! "Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver... " "Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer!" Gidip de söyliyeyim hâ?.. Dilencilik yapamam! Ömer de kim? Benim ondan kerîm adamdı babam, Ölür de yüz suyu dökmem sizin Halîfenize!.. Ömer vuruldu bu son sözle... - Haklısın, teyze! Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim. Halîfe önde, bitik suçlu, münfa'il, nâdim; Ben arkasında, perîşan, çadırdan ayrıldık. Sabâha karşı biraz başlamıştı aydınlık. Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor, Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor! Medîne'nin dalarak münhanî sokaklarına; Dönüp dönüp hele geldik zahîre anbarına. Halîfe girdi açıp, ben de girdim emriyle. Arandı her yeri, bir mum yakıp ale'l-acele. - Şu tek Çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana; Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana. Çuval Halîfe'de, yağ bende, çıktık anbardan; Kilitleyip geri döndük deminki yollardan. Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı; Dedim ki - Ben götüreydim... Verir misin çuvalı? - Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın Vebâli kendine âiddir İbni Hattâb'ın. Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin? Yarın huzûr-i İlâhide, kimseler, Ömer'in Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile; Evet, hilâfeti yüklenmiyeydi vaktiyle. Kenâr-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer'den onu! Bir ihtiyar kan bî-kes kalır, Ömer mes'ûl! Yetîmin, girye-i hüsrân alır, Ömer mes'ûl! Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse! Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri O damla bir koca girdâb olur boğar Ömer'i! Ömer duyulmada her kalbin inkisârından; Ömer koğulmada her mâtemin civârından! Ömer halife iken başka kim çıkar mes'ûl? Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl! Ömer'den isteniyor beklenen Muhammed'den... Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen? - Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi, İdâre eyliyecek düştüğün bu ma'rekeyi? Evet, adâleti "mutlak" hayâl edersen eğer, Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi heder! Beşer, adâleti "mutlak" tahayyül eylerse, Görür ümîdini mahkûm her zaman ye'se. Sen ey Ömer, ne meleksin, ne bir emîr-i zalûm... Fakat elinde ne var? Fıtraten beşer mazlûm! Görür bürûc-i semânın bütün sitâreleri, Zalâm içinde, yük altında inleyen Ömer'i! Huzûr-i Hakk'a çıkarken bu unlu cebhenle, Değil zemîni, getir şâhid âsümânı bile! - Uzak mı yol? Daha çok var mı? - Ancak üç beş adım. Mecâli kalmamış artık zavallının... Baktım Olanca azmini cebr eyleyip, nefes nefese; Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin belâ ne ise! Sokuldu haymeye, indirdi arkasından unu - Bırak da testiyi yerleştirin kenâra şunu. Hemen çakılları çömlekten indirip attı, Uzandı testiye, yağ koydıı, sonra un kattı. Oturmak istedi, lâkin belâya bak ki Ocak Hemen sönüp gidecek... - Teyze, yok mu hiç yakacak? Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer'e; Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere. Ocak tüter, Ömer üfler zefir-i hârıyle; Zemîni lihye-i beyzâ yı târumârıyle, Sücûd tavr-ı huşû'unda, muttasıl süpürür; İçinde rûhu yanar, cebhesinde ter köpürür! Döner muhît-i nigâhında tûde tûde duman; Bulut geçer gibi necmin hıyat-ı nurundan! Ocak tutuştu, yemek pişti; - Var mı teyze kabın? Getir de indirelim... - Var büyükçe bir kap, alın. Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekliyecek! Ömer çocuklara bir bir yedirdi üfliyerekl Kesildi haymede mâtem, uyandı rûh-i süıûr; Çocuklar oynaşıyorlar, kadın ferîh ü fahûr. Ömer bu âlemi gördükçe gaşy içindeydi... Dedim - Sabâh oluyor kalkalım... - Evet, haydi! Yarın Emâret'e gel teyze, öğleyin beni bul; Emîr'e söyleriz elbette hayr olur me'mul. Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık, Biz de çıktık vedâ edip artık Hiç görünmeksizin gelip geçene, Doğru indik Halife'nin evine. "Şimdi nerdeysegün doğar, kalıver." Diye, koyvermiyordu, çünki, Ömer. Etti az sonra subh-i velveledar Uyuyan şehri kamilen bidar Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın. -Galiba, teyze, uykusuz kaldın! İşte bağlanmak üzredir nafakan, Alacaksın her ay gelip buradan. Şimdi affeyledin değil mi beni? -Böyle göster fakat adaletini.

hele bak kim geldi hikayesi